25 Mayıs 2010 Salı

Küçük bir kasaba ortada yok

Ömrüm boyunca hep erkeklere ilgi duydum. Belki dört yaşındaydım ilk kez bir erkeğe başka gözle baktığımda... Ama kimlik olarak cinsel yönelimimi tanımlamam 23 yaşımdayken oldu. Bir çok eşcinselde olduğu gibi çok sancılı bir süreçti kabulleniş dönemim. O zamandan bu yana neredeyse 20 yıl geçti. O zamandan bu yana da neredeyse eşcinsel ortamlarla hiç bağım kopmadı...

Bazen daha az bazen daha çok hep gitmişimdir, gay mekanlarına. Bütün mekanları bilirdim, şimdi neredeyse hiçbirine gitmiyorum, Bearphorus ve Tekyön gittiğim mekanlar...

Ama yazının konusu bu değil aslında. Konu şu, 20 yıllık geçmişimde takıldığım mekanlara gelen, müşterisi olan gay nüfus ne kadardı. 10 bin, 100 bin, 300 bin... Daha fazla belki... Ayı gruplarına giren, LGBT gruplarınyla ilişki içerisine girenlerin sayısı, yaş ortalaması ne acaba

Ve bugün bu insanlar nerede... Dün ellerinde donlarıyla barlarda parklarda fıldır fıldır koli peşinde koşan insanlar, yaşıtlarım örneğin, bugünlerde ne yapıyor. Yarısı evlenmiştir büyük olasılıkla, aile baskısı, toplumsal baskı vesaire...Ama diğer yarısı ne yapıyor... Hoş evlenmiş olsabile insal cinsel yönelimini ne kadar baskılayabilir ki... Yani ne bileyim, bundan onbeş sene önce Prive'de, Beşince Kat'ta veya Barbahçe'de çılgıncasına aşk yaşayan delikanlılar bugün nasıl bir psikoloji içerisinde. O günleri nasıl yad ediyor, gizliyor... Ve asıl önemlisi neden gizliyor. Eşcinselliğini nasıl yaşıyor... İnternet üzerinden, sadece gay pornolorarına bakarak mı acaba, valla merak ediyorum...

Yani az buz bi rakamdan bahsetmiyorum ben burada. En az 50 bin kişi vardır. Küçük bir kasaba büyüklüğünde bir eşcinsel nüfus ortalıkta yok. Neredeler, ne yapıyorlar... Bi gençlik heyecanıydı geldi geçti mi gerçekten?

24 Mayıs 2010 Pazartesi

HAFTAYA HARDCORE TAKILACAĞIM


Partileri oldum olası sevmişimdir, babamdan kalan bi alışkanlık galiba
O ve annem tabi parti falan yapmazdı, en azından bildiğim kadarıyla, ama bizim evde haftasonları misafir hiç eksik olmazdı. Yani evde değilse başka yerlerde, dost ziyaretlerinde. Her haftasonu mutlaka ama mutlaka bi kalabalığın içindeydik ailecek. Babamın sesi iyidir, eline bi de bağlamasını alır, meyhane havaları falan söylerdi... Alkolün haddi hesabı yoktu bizim evde haftada içilen bira, şarap, rakı ve viskiyle orta büyüklükte bir tekel bayii açılabilirdi...
Zavallı annem, cinnet geçirirdi, gündüz çalış akşam misafir ağırla...

Ben de böyleyim, eskiden daha da bi böyleydim, eğlence olsun, konser olsun, parti olsun kaçırmam... Hayat eğlenceden mi ibaret, hayır hiç de değil ama eğlence varsa da kaçmayacaksın tam ortasına dalacaksın ki, hayat dengelensin...

Bi de partiye falan gelip kös kös duran büyük bir güruh vardır. Gelirler üç saat hiç kımıldamadan kıçlarını duvara yaslayıp dururlar sonra da giderler... Ne o partiye gittiler. Ooooooldu. Kimsenin John Travolta olması beklemiyoruz, ama arada bi yaylan hoşlandığın birinin karşına geç biraz figür yap (abartmadan)... Yok.

Galiba dans etmek, eğlenmek hafiflik olarak algılanıyor diye düşünüyorum bizim toplumda. Halbukim dünyada folklorik dans anlamında bu topraklardan daha zengin başka bir coğrafya yok... Yani dans etmek aslında bizim genlerimizde var demek istiyorum, kasmamak lazım, serbest bırakmak lazım, rahat olmak lazım.

Türkiye Ayıları'nın partileri maalesef IBC partilerine göre daha bi sönük geçti daha önceki yıllarda. Sevgili Husbear olmasa daha da sonuk geçecek, adam neredeyse tek başına herşeyi organize ediyor. Diğerlerine de biz parti yaptık, çok da güzel yaptık demesi kalıyor. Sahiplenmiyorlar maalesef. Halbuki Türkiye'de eşcinsellerin organize ettiği bir parti düzenlemek öyle geçiştirilecek birşey değil. Daha o noktaya gelmedik. Her ne kadar politik görünmese de bu parti olayı, son derece politik bir duruşdur, göt ister... Çünkü neden, gizli açık bir çok baskıya rağmen yaşamaya çalıştığımız bir toplumda her şeye rağmen ben/biz varızın bir dışavurumudur partiler, organize işler. Ve herkes bi şekilde elini bu koca kayanın altına koymalıdır. Yıllardır bu tür organizasyonları takip eden bendeniz, biliyorum ki, bu partilere iştirak edilerek, güzellikten başka hiç bişi olmuyor. Ne fişleniyon ne de copları yakından tanıma fırsatın oluyo.

Üstelik, kendini 'kalabalık' hissetmekten daha güzel ne var. Çok şey var ama kalabalık hissetmek de güzel onu demeye çalışıyorum. Yılda üç kez, ayılar ve ayı severler bir araya geliyor. İnsan bi şekilde kendini iyi hissediyor bea...

Benim tek bi sorunum var sadece. Partiye on günden az bi zaman kaldı ve ben daha ne giyeceğime karar veremedim...

20 Mayıs 2010 Perşembe

BACK TO TOWN


Neredeyse iki yıllık bi aradan sonra tekrar karşınızdayım. Bunda en çok İçimdeki Ayı kardeşimin katkısı var desem yalan olmaz.

Yeni döneme bir girizgahla başlayayım dedim ama sonra bi baktım ki ilk yazımla neredeyse aynı şeyleri döktürmüşüm... Ben değiştim, çevrem değişti, hayat değişiyor ama önemsediğim şeyler hep aynı kalıyor... Bu da ilginç bir şey...

Çok yakında yeniden görüşmek üzere herkese ayı dolu günler...

16 Temmuz 2008 Çarşamba

ADO'NUN ARDINDAN

Sabahtan beri her yerim uyuşmuş durumda. Kötü haber aldım. Eskiden iyi arkadaş olduğum, daha sonra incir çekirdeğini doldurmayacak bir şey yüzünden bana küsen sevgili Adonis'in ölüm haberini aldım. Kahroldum...

Akşam Üsküdar'da bir kafeden çıkmış Ado, dışarıda onu bekleyen kimliği belirsiz kişiler onu tabancayla vurmuş. Çeşitli söylentiler var. Tehdit alıyormuş, savcıya şikayette bulunmuş, ailesi olabilirmiş...

Ado daha 26 yaşındaydı. Kıskanılacak derecede akıllı, yakışıklı, komik, pozitif, mantıklı, çalışkan, samimi, iyiliksever, ardniyetsiz. Allah'ın özene bezene yarattığı kullarındandı o. Her girdiği ortama mutluluk getirirdi, kahkahaları 500 metre uzaktan duyulurdu. Yaşından büyüktü çok büyük. Ama ölmek için çok küçüktü.

Eşcinseller açık hedef gibidir. Gece birisiyle tanışırsınız yolda barda bilmem nerede, eve veya otele gidersiniz, sabah kalktığınızda bir bakmışsınız cüzdanınız, elbiseleriniz ortada yok. Polise şikayet etseniz bir dert etmeseniz bir dert. Ki hırsızlık galiba şiddet açısından yaşanabilecek en hafif şey. Fiziksel şiddet, santaj veya cinayet. Bunların hepsi her eşcinselin hayatından en az bir kez teğet geçmiş acı hatıralardır.

Adonis'le birlikte öldürülen eşcinsel arkadaşımın sayısı 3. Birisiyle bir ara iş arkadaşıydım, biri ortama ilk adım attığım günde tanıştığım dünya tatlısı ve Adonis. Bu üç arkadaşımın dışında duyduğum o kadar çok kişi var ki ölen öldürülen, cinayete kurban giden... Eşcinseller bu anlamda o kadar tuhaf bir ruh hali içinde ki... Acı haberi bugün işyerindeyken aldım. Kimseye bir şey söylemedim. Söylesem o kadar çok şey açıklamam gerekiyordu ki, kendimi anlatmam, onu anlatmam, sorular, sorular sorular. Cevap veremeyeceğim vermek istemeyeceğim... Gözlerim doldu, ağlayamadım... Bizlerin hayatı biraz da böyle, en yakın arkadaşınıza, anne babanıza, kardeşlerinize, sevdiklerinizle paylaşamadığınız mutluluklar, hüzünler... Dışarıdaki kaç insanın arkadaşları tanıdıkları cinayetlere kurban gidiyor, soyuluyor, dövülüyor... Halbuki bizler için şiddet, hayatın doğal bir parçası sanki. İçimize akıtmak zorunda kaldığımız duygularımız, yaşantılarımız

Türkiye, eşcinsel cinayetlerini zaten yakından biliyor. Adam eşcinseldir öldürülür, ve haber öyle verilir ki, ölen sonunu hak etmiştir çünkü marjinaldir. Katil mağdur duruma sokulur çoğu kez. Öldürülen tahrik etmiştir... Ancak söylentiler doğruysa ve Adonis'i gerçekten ailesi öldürdüyse, ilk kez bir eşcinsel töre cinayeti ile karşı karşıyayız ne yazık ki.

Eğer bütün bu söylentiler doğruysa, ki bildiğim kadarıyla ailesi Adonis'in cesedine sahip çıkmamış, böyle ana baba olmaz olsun diyeceğim, içimden lanetler okumak geliyor ama neyi çözecekki. Adonis'i geri getirmeyecek lanetlerim, tıpkı o atılan kurşunun ailesine hüzünden başka bir şey getirmeyeceği gibi. Adonis gibi bir aslan parçasını herşeye ve herkese rağmen korumaları, kollamaları gerekiyordu. Çünkü onunla sohbetlerimizde kız kardeşini, ana babasını çok sevdiğini, onlar için hayatını gerçekten değiştirdiğini biliyorum. Şerefsiz bir serseri değildi Adonis, sorumluluk sahibi pırlanta gibi bir genç adamdı o.

Hayat bana bugün ve uzunca bir süre daha güzel gelmeyecek. Allah Adonis'e gani gani rahmet etsin. Günahlarını afetsin, mekanını cennet eylesin, sevenlerine de sabırlar versin.

13 Temmuz 2008 Pazar

BABAM VE BEN

Hayat garip bir şey... İnsanı nerelere sürüklüyor hiç kestirilemiyor. Dört gün İsviçre'desin, üç hafta hastane odalarında koridorlarda endişeli saatler geçiriyorsun,en güzel babalar günümü geçiriyorum, bir gün göklerde paraşütle süzülüyorsun, başka bir gün milli takımdan biriyle çene çalıyorsun, başka bir gün konserdesin...

Son bir bir buçuk ayın özeti aslında bu.

Benim yazı yazmayla ilgili bir sorunum yok sorunum bilgisayar başına oturmak istemememden kaynaklanıyor. Meslek olarak bilgisayarla yapılan bir işim olduğu için, haftasonları makine başına geçmeye bir türlü alışamadım. Bu yüzden gecikmelerim oluyor sevgili bloguma yazılar yazmam konusunda.

İnsan yaşlandıkça anne babasını daha çok seviyor galiba. Bende öyle oldu. Ben anne babamı 5 yaşından sonra tanıdım. Almanya'da işçi olarak çalışıyorlardı. Biz de abimle beraber ananemlerde kalıyorduk. Babamlar gurbetten geldiklerinde anneme abla, babama enişte diyormuşum, çünkü bütün dayı ve teyzelerim öyle diyordu... Neyse 5 yaşından sonra bizimkiler abimle beni Almanya'ya getirdi. Tabii çok zor oldu alışmam. Bolca altıma ettim. Çok dayak yedi. O zamanlar psikoloji hele çocuk psikoloji pek gelişmiş değil, iyi bir dayağın her türlü sorunu çözeceği öğütü veriliyordu anne babalara... Etkin bir yöntem, söyliiim.

Babamın çok az rastlanır bir hayat öyküsü vardır. Uzun hikaye, bilmiyordu babalığın nasıl bir şey olduğunu, kafasına vurula vurula öğrendi baba olmayı, ben de çok geç öğrendim bir babaya evlat olmayı...

Ergenlik dönemimde çok deliydim, şöyle söyliiim babamın gömleklerini kesip giyerdim. Niye? Çünkü bana uzun geliyordu. Evden sayısız kez kaçtım, babam kalp krizleri geçirdi...

Üç kardeştik, en farklısı bendim, beni ama hep bu farklılığımla sevdiler. Beni tornadan geçirmeye çalışmadılar. Duvarımda bir devrim liderinin resmi vardı üniversiteye giderken, babam bu ne dedi, ben daha cevap vermeden annem atıldı ne yani Michael Jackson'ın resmini mi assaydı...

20'sinden sonra duruldum galiba, güvendikleri dağa kar yağıyordu, benim annemleri korumam gerekiyordu... Onu da yaptım yıllarca, hiç isyan etmeden, hiç yorulmadan. Onlardan öğrendiğim gibi sabırla, sevgiyle, şefkatle...

Ama en çok kardeşimin mezarında anladım babamın bizi ne kadar çok sevdiğini... Tanrıya isyan ettiğinde, ben dururken niye küçüğümü aldın diye haykırdığında.

Babam ondan sonra gösterdi sevdiğini, sevebildiğini hem karısına hem bana. Abim yavşak çıktı. O ne sevgi istedi onlardan ne de sevgi verdi.

İşte bu yılın babalar gününde, annemin kaldığı hastanede babama iyi bir evlat olaraktan bir tekirdağ rakısı ve bir de cep telefonu hediye ettim. Babam son 10 yıldır, geçmiş yılların acısını çıkarırcasına, rahmetli kardeşime göstereceği sevgiyi de ekleyerek beni şımartır, doyurur beni sevgisiyle. Ancak bu babalar günüde bana teşekkür etti, iyi bir evlat olduğum için. Acccccayip gururlandım, hislendim...

Gecikmiş bir babalar günü yazısı oldu bu hesapta yokken. Çevremde bir çok arkadaşımın babalarıyla ilgili ciddi sorunu var. Babalara hata yapma hakkı tanınmıyor, sonuç da onların da bizden farkı yok, insanlar... Yazıyı bir türlü bitiremiyorum...

Baba seni seviyorum.

31 Mayıs 2008 Cumartesi

LAMBDAİSTANBUL HEP OLACAK... İSTESENİZ DE İSTEMESENİZ DE...

İÇİMDEKİ AYI KARDEŞİN BLOGUNA BAKAYIM DEDİM VE BAWER'IN Kİ TANIŞIRIZ KENDİSİYLE, YAZISINI GÖRDÜM. SORMADIM AYNEN KOPYALADIM YAZIYI BURAYA, KIZMAZLAR HERHALDE...


BİA Haber Merkezi - İstanbul
31 Mayıs 2008, Cumartesi


Bawer ÇAKIR
Bu yazıyı yazmaya niyetlendiğimde kafamda uçuşan cümleler az biraz belliydi.

"Perşembe günü Lambdaistanbul hakkında açılmış olan kapatma davasının 6. Duruşması görülmüş, bilirkişinin olumlu raporu sonucunda sürdükçe süren, sündükçe sünen gereksiz dava sonuçlanmış ve derneğimiz faaliyetlerine “kapatılma” gibi sevimsiz bir urdan kurtulmuş bir şekilde devam etmiş olacaktı."
Beraberinde bir rahatlama da getireceğini tahayyül ettiğimiz bu “mutlu son” maalesef ki gerçekleşemedi. Ve biz de derin bir oh çekip koltuklarımıza yaslanamadık.

Bilirkişinin olumlu raporuna rağmen...

Evet, sevgili okur Türkiye’nin en eski LGBTT oluşumlarından biri olan ve çalışmalarını 1993 yılından beri sürdüren Lambdaistanbul’un dernekleşme serüvenine sevimsiz bir nokta konmak istendi.
Yerel mahkeme, bilirkişinin Lambdaistanbul lehine yazdığı rapora rağmen derneğin tüzüğünü hukuka ve ahlaka aykırı bularak kapatılmasına karar verdi.
Beklemediğimiz bir sonuç olduğu aşikâr olan bu karar Beyoğlu Sütlüce Adliyesi binası önünde birkaç dakikalık şoka neden olsa da Haliç’ten esen rüzgârın da etkisiyle yürüttüğümüz hukuk ve varoluş mücadelesine kaldığı yerden, tam gaz devam ettik. E ne de olsa şov devam etmeliydi, etti.
Adliye önünde yaptığımız basın açıklamasının ardından “feshedilen” dernek binamıza geldik ve uzun uzun konuştuk.
Hepimiz şaşkın, kızgın, heyecanlı ve bir o kadar da inatçıydık. Sanki kararı duyduğumuzda yaşadığımız o bir anlık umutsuzluk Sütlüce’den Taksim’e gelirken Haliç’in sularına dökülüvermişti.
Herkes büyük bir gayretle fikirler üretiyordu, izleyeceğimiz yol haritasına dair beyin fırtınaları yapmaya başlamıştık bile.
Çaylarımızı yudumlayıp, dilim dilim böreklerimizi yerken yerine gelen neşemiz giderek daha kararlı cümlelere, fikirlere dönüştürüyordu ağzımızdan çıkanları. Yüzyıllardır bize dendiği gibi “biz de insandık” ve karnımız doydukça aklımız daha iyi çalışıyordu.
Lambda'nın kapısı kapanmadı, faaliyetler sürüyor

Hemen hemen herkes telefonla konuşuyor, dost kurumlardan insanlara ve gazetecilere bilgiler, demeçler veriyor, Lambdaistanbul kültür merkezine gelen insanların "dayanışma ve birlik" kokan cümleleriyle moralimiz ve şevkimiz yükseliyordu. Sonunda haklı çıkanın bizlerin olacağını adlarımız gibi biliyorduk.
Lambdaistanbul’un ve o esnada dernekte bulunan bizlerin telefonları susmuyordu. Birimiz bianet’teki arkadaşlarımızı bilgilendirirken, bir diğerimiz Reuters Haber Ajansı’na demeç veriyordu.
Bir arkadaşımızın bir radyoya durumu anlattığı esnada bir diğerimiz Demokratik Toplum Partisi (DTP) Milletvekili Sebahat Tuncel ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) milletvekili Ufuk Uras’la konuşuyor ve Salı günü yapacağımız basın toplantısına katılımlarını istediğimizi iletiyordu.
Sayısız gazeteci ve muhabirle telefonla konuşurken o hareketlilikte giderek içimiz tarifi zor bir coşkuyla doluyordu.
İşinden, sınavlarından ya da çeşitli sebeplerden davayı izlemeye ya da sonrasında Lambda’ya gelemeyen arkadaşlarımız ise biraz buruklukla, biraz da olay yerinde olamamanın verdiği o garip hisle bizlerden bilgi alıyor, kimi bize moral veriyor, kimileri de ulaşabileceği ya da ulaştığı insanların isimlerini iletiyordu.
Kendi adıma söylemeliyim ki hayatımda hiç o denli yoğun çalışan bir iletişim ağı görmedim. Ve sanırım hiçbir arkadaşım da görmemiştir.
Kapı zili çaldı defalarca. Kapı açıldı bir o kadar. Basın duyuru metinleri, davaya dair “z raporu” niteliğinde metinler, ‘Lambda’nın kapısı kapanmadı, dernek faaliyetlerimiz sürüyor, bu yerel mahkeme kararı. Nihai bir karar değil’ şeklindeki milyonlarca açıklama, çalan telefonlar, endişeli sesler, güvenli sesler, hararet sebebiyle içilen sular, “arkadaşlar” ile başlayan ünlemli cümleler, fikirler, fikirler, fikirler… Ve giderek daha da kenetlenen, morallenen bizler...
Şu noktanın altını kalın bir çizgiyle çizmek gerekiyor: Lambdaistanbul kapatılmadı. Sadece yerel mahkeme derneğin feshine karar verdi. Bu da bize Yargıtay'a gitme yolunu açtı. Hani oldu ya Yargıtay da “kapatılsın” dedi. Sonrası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)…
Yani yıllardır hepimize açık olan kapıların zilini çalmaya devam edebiliriz. Ve emin olun size/bize o kapıyı açan birileri olmaya devam edecek bu süreçte.
Basının üstüne can simidi gibi atladığı “Lambdaistanbul kapatıldı” bilgisi kocaman bir sansasyon.
Bunda mutabık olduysak geçelim bizi nasıl bir sürecin beklediğine.
Derneğime dokunma


Evvela Lambdaistanbul’un avukatları temyiz için çalışmalara başlayacaklar. Yani bizi yine dava günleri bekliyor.
Sadece lambdaistanbul gönüllülerinin değil herkesin desteği gerek
Ama bu seferki “tatsız” deneyimimizden hareketle mahkeme günleri hepimiz adliye önünde olacağız.
Ayrıca bu süreçte bu karar üzerinden LGBTT bireylerin örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması ve dava sonucuna ve ardından gelecek sürece dikkat çekmek amacıyla “Derneğime dokunma” sloganıyla bir kampanya başlatacağız.
Bu kampanya sadece imza toplamayı değil durumu hem basın yoluyla tüm Türkiye’ye ve dünyadaki insan hakları savunucusu birey ve örgütlere duyurmayı, sadece Türkiye’de değil, Türkiye dışında da eylemlilikleri teşvik etmeyi ve sadece Lambdaistanbul için değil örgütlenmek isteyen herkesin bu hakkının gasp edilmemesini sağlamayı amaçlıyor.
Bu elbette sadece Lambdaistanbul gönüllüsünün emeği ve çabasıyla olmayacak. Olamayacağını da gördük. Bu yüzden herkesin desteği, fikri ve emeğine ihtiyacımız olacak. Hani daha önce de demiştim ya “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!” diye. İşte tam da bu sebepten diyorum. Belki buradan hareketle örgütlenmelerimizin önündeki engellerin kaldırılması sürecini de başlatabilmiş oluruz.
Kötülükten iyilik doğar mı?
Yukarda saydıklarım uzun vadede gerçekleşecek planlar. Önümüzdeki günlerde ise yapılacaklar listesi şöyle:
3 Haziran 2008 Salı günü Taksim Hill otelde saat 11.00’de dava sonucu ve sürece dair geniş katılımlı bir basın toplantısı yapacağız. Sebahat Tuncel, Ufuk Uras, Perihan Mağden gibi isimlerin de katılacağı bu toplantıya, Amargi, Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Vakfı, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi, Küresel BAK, Dur De Girişimi, DSİP, Barışarock İnisiyatifi, Antimiltaristler gibi çeşitli gruplardan temsilcilerin katılacağı bu toplantı hem Lambdaistanbul gönüllüleri dışındaki kişi ve kurumların tepkilerini basın ve kamuoyuyla paylaşmasına vesile olacak hem de “Derneğime dokunma!” kampanyasının da startını verecek.
7 Haziran 2008 Cumartesi günü ise “gasp edilen örgütlenme hakkımızın helvasını yiyoruz” temalı açıklama ile Galatasaray Meydanı’nda insanlara helva dağıtılacak. Bu eylem için aynı gün saat 13.00’de Taksim meydanındaki tramvay durağında toplanacak, açıklamanın ve helva dağıtımını yapılacağı Galatasaray Meydanına sessiz bir yürüyüş yapacağız.
Kötülükten iyilik doğar mı bilemem ama bu kararın belki de en iyi yanı LGBTT hak mücadelesinin sıklıkla gündeme geleceği olacak.
Kaldı ki haziran ayının son haftası, yani 23 – 29 Haziran 2008 tarihleri 16'ncısını düzenleyeceğimiz LGBTT Onur Haftası.
Eğer bu karar ve ardından gelen süreç etkili olursa 29 Haziran 2008 Pazar günü saat 15.00’te gerçekleştireceğimiz onur yürüyüşümüzün geçen yılın çok çok üstünden bir katılımla geçeceği mutemel.
Düşünsenize binlerce kişi İstiklal Caddesi’ni birkaç saatlikte olsa hayalini kurduğumuz bir arada yaşanabilen dünyaya çevirecek ve bu hayali canlı tutmak adına beton tarlaya tohumlar ekeceğiz.
Hazır yeri gelmişken belirteyim, 16. Onur haftası ile ilgili bilgi almak için organizasyon@lambdaistanbul.org adresini kullanabilirsiniz.
Güzel günler göreceğiz
Biliyorum size "solcu klişesi" gibi geliyor ama ben güzel günler göreceğimize, motorları maviliklere süreceğimize, Ayşe’nin Fatma’yı, Ahmet’in de Mehmet’i sevmesinin “genel ahlaka” aykırı olmadığının idrak edileceği günlere inanıyorum.
Travesti ve transseksüel arkadaşlarımın en temel insan haklarından mahrum bırakılmadıkları, insanca yaşam koşullarına sahip oldukları, kabahatler kanunu denen saçma yaptırımla hayatlarının zehir edilmeyeceği günlere de inanıyorum.
Ama biliyorum ki bu hayal ettiğimiz dünyayı dayanışmadan, birlik olmadan ve mücadele etmeden kazanamayacağız. Birbirimizin varlığına çok ihtiyacımız var. Ve bunun için önümüzde harika bir fırsat.
Gelin Lambdaistanbul hakkında alınan bu olumsuz karardan olumlu bir “yeni başlangıç” yaratalım ve “derneklerimize dokundurtmayalım.”
Yazımı tüm Lambdaistanbul gönüllülerinin sizlerin dayanışma dileklerinize ihtiyaçlarının olduğunu yazarak bitirmek istiyorum.
Nasıl yaparız, nasıl gideriz, hangi numaraları ararız diyenler için lambda'nın iletişim sayfasından faydalanabilirler.
Emin olun bir telefonunuzun, mailinizin ya da Lambda’nın kültür merkezine yapacağınız 5 dakikalık bir ziyaretin tüm arkadaşlarıma ve bana tahmin edemeyeceğiniz kadar olumlu etkileri olacaktır.
Dayanışma dolu bir hafta diliyorum… (BÇ/EZÖ)

Bawer Çakır

PAŞAM AÇILDI... VALLA


Bundan bir süre önce Paşam birahanesinin tekrar açıldığına dair bir duyuru yapmıştım. Maalesef araya bir sürü şey girmiş ve açılamamıştı o tarihte. Ama dün gece nihayet açıldı. Bütün ayı ve ayı severlere ayrıyetten sadece eğlenmek isteyenlere hayırlı olsun. Paşamın kapalı olduğu süre içerisinde nelere ve nerelere mecbur kaldığımızı bilseniz, ağlardınız.

Eskiden olsa güle oynaya gideceğimiz Roombar adında gerçek anlamıyla pavyondan bozma bir mekan açıldı bu boşluktan yararlanarak, duvarlar bordo kadife kumaşla kaplı. Çok gitmedik ama arkadaşlarla ne zaman gitsek aynı korkuyu yaşadık; kapıdan her an Uğur Dündar'ın içeri fırlayıp, arkada ağlak bir fon müziğiyle "İşte sayın seyircilerim, düşüşün sonu yok mu diye soruyorsanız, cevabı yok. Burası düşüşün son noktası. Türk eşcinsellerinin düştüğü bu acıklı durumu görün ve bundan kendinize ve sevdiklerinize ders çıkartın. Yetkililerden en kısa sürede bu insanlıkdışı durumu düzeltmelerini ve ayrıyetten aynı yetkililerden toplumumuzun yapı taşlarından biri olan Ayılarımızın daha rahat eğlenip şarkılar söyleyebileceği, her türlü ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir yaşama alanını ivedikle kurmalarını istiyoruz" diyen ve arkada ben dahil umutsuz ve ağlak ifadeleriyle bizlerin görüntüleri... Dın dı dın dıı dın, dın dıı dın dıııı dın dın...

Neyse o günler sona erdi. Barış, Tekyön'ün eski işletmecisi açtı Paşam'ı. İyi de oldu. Kendisi herkes tarafından sevilen güvenilen bir arkadaşımız her açıdan desteklenmeye layık. Çok fazla bir değişikliğe gerek olmamasına rağmen, ciddi bir miktar para yatırdı oraya. Dekorasyonu falan değiştirdi, süper olmuş. Ellerine sağlık.

**********

Bu arada merak edenler olacaktır. Depresyon dönemi bitti bitecek. Bir kaç kez daha ıkınmam gerekiyor.

Annemin sol gözü çok şükür ışığı ve dolayısıyla renkleri tekrar algılamaya başladı, tedavi görüyor.

Sevgülümle ben en geç çarşamba günü vize onayı alıp alamayacağımızı öğreneceğiz. Gidemezsek de çok üzüleceğimizi düşünmüyorum, hayal kırıklığı mutlaka olacaktır ama çabuk atlatırız gibime geliyor.

Etrafımda daha az sorunlar yaşanıyor beni etkileyen, yani ayrılma yok, gerginlikler yok, kavgalar yok, dedikodu yok... Ohhhhhhhhh ne güzel hayat.

Bir taraftan tatil heyecanı başladı. Sevgilimle Temmuz'da Kuşadası'na gideceğiz. İlk kez birlikte tatil yapacağız. O şimdiden mayo falan alıyor. Sekiz mayomuz oldu. Lazımsa verebilirim çekinmeyin mesaj atın

Son olarak da bugünlerde bir reklam spotu beni mest ediyor. Mutlaka sizin de dikkatinizi çekmiştir: HER GÜN YİYORUM KENDİME GELİYORUM. Markanın ismi de ilginç Activya... Laçonya gibi. Komik...

18 Mayıs 2008 Pazar

HÜZÜNLÜ GÜNLER


Çok uzun süredir yazmadım. Kötüydüm demem yanlış olur. Daha çok bahar depresyonu gibi bir şey benimki ama emin değilim.
Dünyalar kadar sorunlar var etrafımda. Tutamıyorum kendimi bir şekilde kapılıyorum benim ve etrafımdakilerin sorunlarına... Kafamda kuruyorum bazı şeyleri gereksiz yere hüzünleniyorum, dertleniyorum, psikopata bağlıyorum...
Nerden başlayayım bilmiyorum, 1 Mayıs'tan mı, 17 Mayıs'tan mı her iki uçtada da beni çökerten çok şey yaşadım.
ORANTILI GÜÇ GÜÇ DEĞİLDİR, başka bir bok da değildir diyeyim başka bir şey demeyeyim. Doğulu mentalitesi bizimkisi, batıda da polis halkla karşı karşıya geliyor. Ama insana saygıdan mıdır nedir, örneğin bir İtalyan polisi gelip de yere düşen bir vatandaşının suratına Allah ne verdiyse deyip tekmelemiyordur, yani ben görmedim en azından.
Doğum günümü kutladık. Dostlarımla beraberdim, nerde çokluk orda bokluk olmadı, eğlendik, sarhoş oldum, geriye Recep İvedik kıvamında fotoğraflarım ve hoş anılar kaldı. Böyle günlerde ben hem çok sevinirim hem de kelimenin tam anlamıyla dibe vururum.
Çok ayrıntıya girmek istemiyorum, en azından şimdilik... İnsan iç dünyasını kaç kişiyle paylaşır? Diyelim ki tüm hayatı boyunca beş kişidir bu... Hayatımın 27 yılını yan yana geçirdiğim, birlikte büyüdüğüm, eğlendiğim, ağladığım, kavga ettiğim, dertleştiğim. Gelmeyeceğini bildiğim halde en çok ondan telefon bekledim, 'Doğum günün kutlu olsun abi, iyi ki doğdun, iyi ki abimsin, iyi ki kardeşinim' desin isterdim, tıpkı bundan on yıl önce her doğumgünümüzde, her yılbaşında, her bayramda, her bilmem neyde birbirimize dediğimiz gibi. Herkes bir yana o bir yana vardır ya, kardeşim benim için öyleydi. O gittiğinden beri hiç birşeyin tadı eskisi gibi değil. Ve günler aylar yıllar geçiyor, onun eksikliğini daha da çok hissediyorum.
Sevgilim eşim herşeyim şanslıdır ayrıyetten şu Sinan Çetin'in fenomenlerinden daha fenomendir. Bir kere beni buldu, yani gerçekten çok şanslı. Sonra mesela keşke yağmur yağsa der temmuz günü, bi bakarsınız yarım saat sonra tam da onun istediği kıvamda yağmur çiseler veya rüya görür, iş arkadaşıyla bilmem neyi konuşuyordur rüyasında ardından yatağın yanındaki komodinin üzerindeki telefonu çalar ve o konuşma gerçek hayatta da devam eder, konsere gider bir standta promosyon dağıtılıyordur ona cep telefonu çıkar... En son marifeti ise bir yurtdışı tatili. Bittabi yancısı olarak beni de götürüyor yanında sağolsun ;).
Vize işlemleri sırasında bir belge gerekiyordu. Kaymakamlığa gittim aile kütüğünü gösteren bir belge verildi. Anne baba şu adreste, abi şu adreste, kardeş ölü. O gün çok ağladım.
Önceki gün teyzem aradı akşam vakti. Teyzem aradı, 'Annen İstanbul'a geliyor' müjdesini verdi. Babamla tüm bir kışı geçirdikten sonra anneme umumiyetle hafakanlar basar, ve soluğu mutlaka İstanbul'da alır. Keşke öyle olsaydı. Bu seferki gerçekten çok kötü. Annemin ölümcül olmasa da yaşamını gerçekten çok kötü etkileyen tedavisi olmayan bir hastalığı var. Annemle buluştum ve bana bir gözünün görmediğini söyledi. Dün bugün çok kötüyüm.
Hayat her zaman eğlenceli değil, numaradan güldüğümüz, numaradan eğlendiğimiz günler de oluyor. Ama tecrübeyle sabit hepsi geçiyor. Geçiyor di mi?

30 Nisan 2008 Çarşamba

DAHA FAZLA HAK HUKUK DAHA FAZLA ÖZGÜRLÜK

İnsan bu azla yetinmiyor. Hep daha fazlasını istiyor. Daha fazla para, daha fazla konfor, daha fazla bilgi, daha fazla hizmet, daha fazla hukuk daha fazla sağlık, daha az sorumluluk, daha az vergi...

Bugün 1 Mayıs ya o yüzden yazıyorum bunları... Bugün zamanım vardı, bilgilerimi tazeleyim istedim uluslararası işçi hareketinin geçmişini. İlk ögrütlü eylemler Avusturalya'da taa 1856 yılında olmuş mesai saatlerinin 12'den sekize düşmesi için. 30 yıl sonra aynı gerekçeyle Kuzey Amerika'da yaşanmış, ilk kez siyahlarla beyazlar aynı amaç uğruna yanyana eylem yapmış, ilk kez devletle işçiler karşı karşıya gelmiş, çatışmalarda en az 200 kişi yaralanmış, ölü sayısı resmi olarak hiç açıklanmamış, bilinmiyor. İşçi örgütleri bu olayın hiç unutulmaması için 1989 yılında II. Enternasyonel'de 1 Mayıs'ı 'İşçi Sınıfının Ulusararası Mücadele Günü' olarak ilan etti.

Bizde 1 Mayıs kutlamaları 1911 yılına dayanıyor. Ama bizde 1 Mayıs'ı akıllara kazınmasına neden olan olay 1977 yılında Taksim Meydanı'nda yaşanan Kanlı 1 Mayıs'tır. İşçi sendikalarının düzenlediği etkinlik sırasında çıkan çatışma sonucunda 34 kişi can vermiştir. Ve o günden bugüne Taksim Meydanı cezalıdır. Tıpkı askeriyedeki cezalı ağaçlar, tanklar, uçaklar gibi... Ama Türkiye askeriye değildir, koskoca demokratik bir cumhuriyettir.

Her türlü kutlamanın Türkiye merkezi olan Taksim Meydanı, emekçilerin kutlamasına tam 31 yıldır yasaktır.

AKP, diğer partilerden daha fazla özgürlük yanlısı ya... Türkiye'de herkes eşit ve hiç kimse üvey vatandaşı muamelesi görmeyecek ya... Artık düşüncelerin, inançların ve bilmem neyin rahatça söylenmesi ve o derece yaşanması gerekiyormuş ya... Üniversite kapılarındaki ayıp bitsinmiş ya... Hepsine eyvallah hiç itirazım yok... Bütün bunların hepsine eyvallah ama bana yetmiyor. Ben daha fazlasını istiyorum!

Onlara tanınan hak ve özgürlüklerinin aynısını ben de istiyorum. Çünkü yarım yamalak özgürlük yoktur. Yüzde yüz özgürlük istiyorum... Hemen!!!

27 Nisan 2008 Pazar

ZAKKUM GİBİ MÜZİK


Türkiye'de iyi müzik grubu var mı? Var tabi, Vega, DirekT ve Zakkum, Mor ve Ötesi. Bir aralar Athena da vardı ama sonra, hangi akla hizmet, deneysel müziğe kaydılar... Pentagram da var ama onun kulvarı çooook farklı.

Bizim buralarda soundu sağlam gruplara yaşam hakkı tanınmaz. Bir albüm çıkarılır, bir iki klibi çekilir. Sonra unutulur gider. Geriye hoş bir sada kalır kulaklarda. Zakkum'un akıbeti insallah bu olmaz.

Ankara kökenli bir grup olan Zakkum'un 9 yıllık bir mazisi var. Başkentte Raindog olarak tanınıyorlar. Bugüne kadar binin üzerinde sahne performansı gerçekleştirmişler. Grubun Zehr-i Zakkum adlı ilk albümünde Seyyal Taner ablamız ve son dönemde müziğinden çok magazin basınına verdiği frikiklerle gündeme gelen Teoman'ın da katkıları olmuş.


Grubun kurucularından ve solisti Yusuf Demirkol sesini gerçekten çok iyi kullanıyor. Biraz isyan ve hüzün var sanki. Demirkol'un bir ilginç özelliği daha giyimi kuşamı. Glimmer rock döneminden uçup gelmiş gibi.

Bir rock grubunu rock grubu yapan iki önemli özelliği vardır bildiğim kadarıyla bir soundu iki sözleri. Zakkum'un sözlerinde iki olgu hakim aşk (bunu da gençliklerine veriyorum) ve insana aykırı yapısıyla metropol hayatı. Grup o kadar haklı ve karamsar resmediyor ki şehir hayatını, insan gerçekten hüzünleniyor. İnanmıyorsanız okuyun...

*****************************************************************
Kapat Perdelerimi

Yedi rengi görmeyen bir cocuktum büyüdum
Gölge gibi bedensiz bir hayata büründum

İnsan yüzü görmeyen bir diyara sürüldum
Yarını hiç bilmeyen bir dündüm bir bugündüm

Kapat perdelerimi
Artık güneş girmesin
Kimse beni bilmesin

Kapat perdelerimi
Kalbin beni sevmesin
Derdim sana geçmesin

Sussun istiyorsun şu koca kalabalık
Bomboş olsun sokaklar, çalmasın telefonun

Hiç kimse özlemesin, gelmesinler kapına
İhtiyacın yok çünku yeni bir hatıraya

Hayat çok güzeldi
Durduk yere üzüldum
Her doğum günümde
Neden bir yaş küçüldüm?
*****************************************************************

Kent yaşamıyla ilgili diğer şarkı sözleri de bundan pek farklı değil. Şarkılar insanı hep eğlendirmez. Bazen de düşündürmeli, hüzünlendirmeli. Zakkum bunu çok iyi yapıyor. Yine de yirmili yaşların ortalarında seyrettiğini düşündüğüm grubun davulcusu ve söz yazarı Cem Şenyücel için üzülmüyor değilim. İnsanlar hele o yaşlarda geleceğe umutla bakabilmeli. Tamam hayat kötü, kent yaşamı daha da kötü ama hiç mi güzel şeyler yaşamıyorsun be kardeşim. Belki de metropoller insanların umudunu da çalıyordur ben farkında değilim...

26 Nisan 2008 Cumartesi

TÜRK ERKEKLERİNİN YÜZDE 60'I GİZLİ GAYMİŞ... NERDEEEEEE


Türk asıllı İtalyan yönetmen Ferzan Özpetek'in filmlerinden tanıdık onu. Muhteşem oyunu sevimli ifadeleriyle sanırım herkesin hayranlığını kazandı Serra Yılmaz. Şu sıralar Parmaklıklar Ardından adında, belki de bu sezonun en sağlam TV dizisinde Hayriye Çakır'ı oynuyor. Diziye çok şey katıyor... Neyse konum Serra Yılmaz'ı tanıtmak değil.

Hülya Avşar'ın programına katılmış geçtiğimiz hafta. Hülya, 'Ferzan da hep gay filmi çekiyor, canııııııım' demiş. Serra Yılmaz da itiraz edip 'Hayır, içinde eşcinsel karakterlerin olduğu filmler bunlar' diye cevaplamış... Sonra Hülya, 'Biz zaten gayet hetero bir toplumuz, bize uymaz gaylik meylik' deyince, Yılmaz, 'Sana öyle geliyor, Türk erkeklerin yüzde 60'ı gizli ibne, nabeeeeer' diye çemkirmiş. Olayın özeti bu.

Serra bacım, ablamsın sana saygım sonsuz ama maalesef yanılıyorsun. Ben çok araştırdım, eşcinselliğin dünya ortalaması yüzde 12. Bu oran da en yüksek olanı. Hadi biz bilim insanları yanılıyor diyelim, kadevesiyle yüzde 10 daha koyalım, diyelim ki yüzde 25 olsun eşcinsellik oranı.

Yani sadece kendi çevrene göre böyle bir değerlendirme yapıyorsan belki haklısın. Yani ben kendi çevreme göre baksam oran yüzde 60 değil belki de yüzde 80 olacak. Hatta iddiam şu ki, biraz gayretle geri kalan yüzde 20'nin bile eşcinsel olabilirliği var. Ama durum böyle değil, değil, değil.

Zamanında bir yıla yakın gayet gelişmiş ortalamanın üstünde büyüklüğe sahip bir kentte yaşadım. İnsan yolda bir tane eşcinsele rastlamaz mı, rastlamadım. Yoktu, valla yoktu. Yani insan bir süre sonra tipinden de vazgeçiyor. Olsun da çamurdan olsun diyor. Valla yoktu. Hastalandım, bunu bahane edip İstanbul'a geldim. Annem 'sen sıla hasreti çektin de hastalandın. Bizi özledin' dedi. Doğru bir şeyleri özledim ama bu annem miydi, ne yazık ki emin değilim. Saf annem benim. Ben şimdi bu gözlemime dayanarak Türkiye'de benim dışımda eşcinsel yok deseydim, herhalde millet kıçıyla gülerdi.

Üstelik ben bir kereliğine de olsa böyle bir deneyim yaşayan kişilerle, 'saldım çayıra mevlam kayıra' düsturuyla hareket eden benim gibilerin çok rahatlıkla aynı kefeye koyup eşcinsel olarak tanımlarım. Buna rağmen oranı yüzde 60'lara götürmek mümkün değil.

Bu tür fantastik hesaplamaları yapmayanımız yoktur. Bir kere Taksim'deki tüm taksi şoförleri eşcinseldir yargısı yalan. Ben biliyorum. Bu efsaneyi ilk duyduğumda, en safından bir kezbandım, inandım, sonu neredeyse karakolda bitiyordu. Şu yargı belki daha doğrudur, eşcinsellerin bir bölümü taksi şoförlüğü yapıyor. Ama hepsi değil.

Sonra, kimi istediysem elde ettim lafı vardır, her duyduğumda kıskançlıktan çatlarım ama bu da doğru değil (umarım), ben mi safım benim mi libidom düşük, cazibemde bir sorun mu var diye diye ölürüm valla. Çok hikaye dinlemişimdir. Adam yolda beğendiklerine kartvizitini, telefon numarasını veriyor. Olağandışı davranışlar tabi, duyunca gülüyorsun, hayret ediyorsun ama geri dönüşü yüzde kaç. Yüzde 60 mı, zor!

İstanbul'un nüfusunu gözönüne aldığımızda, bu kentte en az 1 milyon 200 bin eşcinselin yaşadığını söyleyebiliriz. Yarısı kadın olsun, ortaya 600 bin gay çıkıyor. Allah bereket versin...

Bir de tabi olayın gizlilik kısmı var. Serra Yılmaz'ın bu lafından Türkiye erkeklerinin yüzde 60'ı gizli gayse geriye kalan yüzde 40'ı açık, yani aslında Türkiye'deki erkeklerin topu ibne haberimiz yok. Tabiki burada yazdıklarım espiriktir ciddiye alınmamalıdır. Üstelik gizlilik o kadar kötü bir şey değil. Out olmak daha iyidir ama gizlilik de kötü değildir. Herkes kendi şartlarına göre davranmalı. Veya zaten herkes olabildiğinde outtur kanaatimce.

Gizli gay diye bir şey var mıdır? Park, sinema, bar, hamam vs. gibi gay mekanlara takılmayan eşcinseller vardır. Bunları gizli olarak tanımlayabilir miyiz, koca bir hayır diyeceğim. Bazıları bakkaldan hormonsuz organik alışveriş yapmayı sever, bazıları için fark etmez.

Sonuç itibariyle Serra Yılmaz maalesef yanılıyor. Keşke oran o kadar yüksek olsaydı ama nerdeeeeee.

24 Nisan 2008 Perşembe

İLK AYI BARIMIZ AÇILDI. HAYIRLI OLSUN!

Türkiye'deki ayı hareketiyle geçmişte yakın ilişkiler içerisinde bulunan biri olarak, yine bu cenahta yaşanan gelişmelerle ilgilenmek boynumun borcu olarak addediyorum. Türkiye'deki ayılar açısından belki de en önemli gelişme geçtiğimiz hafta sonu, hedef kitlesi ayılar olan bir barın açılışı.

Oysa hatırlıyorum da, bir dönem sırf bıyıklarım var diye bazı gay barlara giremiyordum. Acayip bozuluyordum her defasında. Oraların müdavimi, Türk gay prototipine uygun tanıdıklarla giderdim. Sonra gitmemeye başladım. Ne işim var beni istemeyenlerin yerinde. Şimdi çok şükür tüm gay mekanları ayıları da hizmet veriyor. Mücadelemiz sonuç verdi anlayacağınız. Ama ayılar gitmiyor şimdi de o mekanlara. Ne garip şey yaşamak anne...

Türk eşcinselleri son 20 yıl içinde hem içe hem dışa dönük ciddi değişim geçirdi. Daha bir özgürüz artık, bundan 20 yıl önce sadece bazı mekanlarda rahat ederdik. İstediğimiz gibi eğlenir şarkılar söylerdik. Ama o mekanlardan çıkınca yine yüzümüze bize ait olmayan maskeleri takar, toplum tarafından onaylanmış kimliklerimizle arzı endam ederdik. Ama artık öyle mi? Belki sokaklar tamamen bizim değil ama artık sadece gay mekanlarda değil bir çok mekanda eşcinsel çiftler kimliklerini gizlemeden eğlenebiliyor. Ne oraların işletmecileri karışıyor, ne de müşteriler. Bu da bir gelişme.

Tabi toplum değiştikçe ihtiyaçlar da ayrışıyor. Düne kadar eşcinsel yelpazenin tüm renkleri aynı mekanda eğlenmeyi bilirken artık bu renkler kendilerine ait mekanlar oluşturup buraralarda eğlenmeyi yeğliyor. Doğal bir süreç. Düne kadar ayı milleti neredeyse köhne diyebileceğim biranelerde eğlenirdi. Değirmen bu mekanların en ünlüsü. İşletmenin yıllar içinde yaptığı ciddi hataları ayılar affetmedi ve oraya küstü. Paşam açıldı, ayılar burayı hemen benimsedi ve çok sevdi. Ne yazık ki iki ay önce bazı nedenlerden dolayı kapandı ve duyduğum kadarıyla da bu hafta tekrar açılacak.

Ancak bar konseptinde bir ayı mekanı bildiğim kadarıyla ilk kez açıldı Türkiye'de. Bearphorus'un işletmecileri için zor olacak. Çünkü ayıların bu mekana gelmesi için bir neden olmalı. Bu nedenleri bize sunarlarsa tüm ayılar seve seve gider. Söz veriyorum...

Biraz da şeytanın avukatlığını yapayım. Kapitalist sistem, ihtiyaç duyulmayan şeyleri bile satın almamız için bizlere neredeyse işkence yapıyor. (Bkz. Son Coca Cola Zero'nun reklam kampanyası-yurdun çeşitli beldelerinde bu yeni süper içeceği içmeyenler geniş halk kitleleri tarafından linç edilmek istendi). Türkiye'de acaba gerçekten ayılara özel bir mekana ihtiyaç var mı? Bence yok. Yurt dışındaki ayı kardeşlerimizin belki bu tür özel mekanlara ihtiyaç duyuyor olabilir ama biz o kıvamda mıyız. Zannetmiyorum. Umarım Bearphorus varlığını sürdürür ama bearların yaş ortamalarının diğer eşcinsel toplumdan yüksek olması, bence en büyük handikap. Bu durum işletmecileri düşündürmeli. Ayılar dans etmez, çoğu kendi köşesine çekilir sağı solu kolaçan eder. Ve de çok küşük bir güruh olduğumuz için, yani neredeyse herkes herkesi gayet yakından tanıdığı için, bir çoğumuzun bu bara gelmesi için gerçekten çok sağlam bir nedeni olmalı. Yani av yok ayı yok. Sohbet etmekse amaç zaten gündüz yeterince mekan var sohbet mohbet için, eee sonra... Sonrası benim için cidden büyük bir soru işareti.

22 Nisan 2008 Salı

AYRILIK DA SEVDADANDIR

Yine elim klavyeye varmadı uzun süre. Nedeni ayrılık. Kankam ayrıldı sevdiğinden. Kankam bu aralar tam olarak nasıl bir haleti ruhiye içerisinde bilmiyorum. Çünkü hiç birşey yokmuş gibi yaşıyor hayatını. Ben allak bullak oldum. Veya üstadımın dediği gibi şallak mallak...

Bana ayrılıklar yaramıyor onun farkına vardım. Kelimelerim tükeniyor sanki. Benimkiyle bayağı bi gerildik. Ufak tefek şeyler yüzünden kırıldık birbirimize, Allah'tan çabuk toparlıyoruz biz. Öküz kafası büyüklüğünde nazarlıklarla dolaşmamız gerekecek bizim. Etrafımızdakiler çok sorar, sizin ilişkiniz gerçek mi diye, evet gerçek. Ama o kadar tuhaf ilişkiler yaşanıyor ki ortamımızda, bizim ilişkimiz tuhaf kaçmaya başlıyor.

Birisiyle aynı yolda yürümeye karar verince, tüm insanları bir kenara itip sadece birisinin hayatınızın merkezine koyuyorsanız ona göre de davranmanız gerekiyor kanaatimce. Tabiki orkide falan değiliz, solacak batacak bir tarafımız yok ama yine de insan biraz sevdiğine özen göstermeli. Ama benim gördüğüm, partnerler, dikkatinizi çekerim partner diyorum eş ve de sevgili demiyorum, partnerler o kadar sert davranıyorlar ki birbirlerine nutkum tutuluyor. Sanki sesini yükselttiği, laf soktuğu, terslediği sevgilisi, aşığı, aynı yastığa baş koyduğu şahıs değil, kanlısı, düşmanı... Vardır bir nedeni bu tür davranışların ama ben bir türlü anlayamadım, anlamak da istemiyorum sonuç itibariyle.

Ben de bu ilişkimden önce bu tür deneyimler yaşadım. Tanıştığımız günden ayrıldığımız güne kadar sürekli bir kavga hali içinde yaşadığım bir ilişkiden sonra çantada keklik muamelesi gördüğüm bir başka ilişki. İnsan sevince cidden çok tuhaf durumlara katlanabiliyor. Bütün benliğini bok çukuruna atıp üzerine bir de işeyebiliyor. Ama ben önünde sonunda benim gibi aşkı bilen ve bu doğrultuda bir ilişki isteyen adam gibi bir adamla karşılaşacağımı biliyordum. Çok şükür hayal ettiğimden daha fazlası var sevdiğimde...

Bu yazının amacı sevgilime methiyeler dizmek değildi. Ancak nokta oraya geliyor nedense. Belki methiyelerin bir kısmı gizli gizli bana, onu da tam kestiremiyorum. Ama o kadar çok, sevgili tenör ozanımız Burak Kut'un dediği gibi 'yaşandı bitti saygısızca' türünde ilişkiler görüyorum ve şahit oluyorum ki aşkıma methiyeler dizmem adeta farz. Biz de her çift gibi tartışıyoruz, kalp kırıyoruz, kavga ediyoruz. Ama bırakın kavga etmenin, kalp kırmanın dahi bir adabı var. Bu kurallara uyulduğu müddetçe sevgi baki kalıyor. O tartışmalarda söylenenen onca kırıcı söze rağmen, birbirimize gücenmiyoruz. Çünkü biz ikimiz biliyoruz ki kavgalar da sevdadandır. Nasıl ki ayrılıklar da sevdadandır ama şart değil.

7 Nisan 2008 Pazartesi

DÜN GECE JAMES BOND'U GÖRDÜM BİR ERKEĞİ ÖPÜYORDU


Kankam sayesinde bu akşam ünlü ABD'li yazar Truman Capote'nin yaşamından bir kesitin anlatıldığı INFAMOUS-Gerçeğin Peşinde adlı filmi izledim. Bence orjinal adını Türkçeleştirmeleri daha mantıklı olurdu REZİL-KEPAZE.

Filmde Tiffany'de Kahvaltı adlı romanın da yazarı olan Capote'nin 1960'lı yılların sonunda küçük bir kasabada işlenen bir cinayet haberinden yola çıkarak, bir roman yazma serüveni anlatılıyor.

Film her açıdan bir usta işi. Sağlam senaryo, zengin oyuncu, iyi reji. Ama bu daha çok sinema eleştirmenlerinin işi. Benim derdim başka. Capote bir eşcinseldi hem de filmdeki gibiyse, en fenasından. Dedikoducu, hazır cevap, pragmatist, ben merkezci, feminen, kadınların en yakın ve en zararsız sırdaşı... Eşcinsellere biçilen kaftana çok uyuyor. Hayran kaldım.

ABD gibi muhafazakar bir toplumda eşcinsellik zor zanaat diye düşünüyorum, Avrupa ve Doğu kültürlerinde homosekssüelliğin göreceli olarak daha kolay kabul edildiği kanısındayım. Bu yargım kesin değil ama kendi evinde şapeli (küçük kilise) olan bir aklı kıtı başkan seçen bir toplumun çok da açık fikirli olmasa gerek. Ama Capote taa 60'lı yıllarda, büyük bir ihtimalle "Ben değişeceğime, içinde bulunduğum toplum değişsin" mantığını güderek, yaşamış hayatını. Aşağılanmaların bini bir para. Gülüp geçmiş demek isterdim ama aşağılanmalar ve dışlanmalar pek de gülüp geçilecek şeyler değil. Bunu yakinen yaşadım. Filmin bir yerinde en yakın arkadaşı olan yazar Harper Lee'ye böyle bir şeyler söylüyor. Küçük bir kasabaya geliyorlar. Capote, kadın arkadaşından da daha kadın bir vaziyette. Tüm tüylerini açmış bir tavus kuşu edasıyla dolanıyor kasabanın sokaklarında Capote, insanlar onunla alay ediyor. Arkadaşı bu duruma üzülüyor ve diyor ki, "Biraz kendini toparla, çevreye uyum sağla." Ancak o değişmeyi reddediyor. Kasabalıya o dönemin kült figürleriyle olan ilişkilerini anlatıyor, Humphrey Bogart, Frank Sinetra, Marlon Brando, Marylin Monroe hepsi onun arkadaşı, hatta dönemin ABD Başkanı. Onlarla ilgili anılarını anlattıkça, eşcinselliği artık o kadar da sorun edilmiyor kasabalı tarafından. Bir yarı tanrılık mertebesine erişmiştir.

Filmi izlerken, ister istemez kendi yaşadıklarım aklıma geliyor. İlk ergenlik yıllarında diğerlerinden farklı beğenilerin olduğunu fark ediyorsun, bir hata var diyorsun. Kızlara takılıyorsun, bir hata var diyorsun... Ne aileme açılabildim. Ne mahalledeki abilerime. İlk kez okuldan bir kız arkadaşıma out olduğumda, garibimin bütün harçlığını bana verip beni ünlü olduğu kadar aptal bir psikoloğa göndermesi aklıma geldi. Hastayım ya. Psikolog olacak o yavşağa zor bela eşcinsel olduğumu söyleyince, böylesine iğrenç bir şeyi nasıl yaptığımı sorarak beni daha da beter bir duruma sokması. Beni ancak başka bir psikolog kendime getirdi. Yani biri bozdu biri tamir etti.


Eşcinsel olduğunu kabul etmek biraz da toplumun hor bakışlarına göğüs germeye gerektiriyor. Daha geçen sene, artık kurtarılmış bölgemiz sayılan İstiklal'de ayıcığımla elele dolaştığım için esnaf peşimizden koşup hareket çekti. Gülüp geçtik... Capote gibi olmak her baba yiğidin harcı değil. Benim değil mesela. Hoş kendimi çok da küçük görmeyeyim, bir çok arkadaşımdan daha cesur davranırım eşcinselliğim konusunda. Çok da gizlediğim söylenemez. Açık açık söymesem de özellikle yeni girdiğim straight ortamlarda kendimi belli etmeye çalışırım. Veya konserlerde sevgilimi öpmekten ona sarılmaktan çekinmem. Ama yine de keşke biraz daha sivri dilli olsam diyorum kendi kendime, sana ne beea diyebilmeyi çok isterdim. Yine filmden bir replik: Küçüksen güçlü olmayı öğrenmelisin.

Ve hala James Bond'u merak ediyorsanız söyleyeyim: Capote, cinayet olayını araştırırken, katiller yakalanıp hapse atılır. Ünlü yazar, onlarla ancak ABD Başkanı'nın özel izniyle görüşür. Katillerden biri serseridir, sığdır ve heterodur. Diğeri öyle mi? Değil, o duyarlı, yakışıklı, olayları derinlemesine yaşayıp hisseden, eşcinsel ve James Bond'tur. Son James Bond'umuz Daniel Craig duyarlı katil Perry Smith'i canlandırıyor. Ve filmin sonlarında sıska bücür Capote ile kaslı güçlü Perry'nin bir öpüşme sahnesi var ki, insan ister istemez Capote olmak istiyor.


Capote, Soğukkanlılar romanında bu cinayeti işliyor. Roman Amerikan Edebiyatı'nın en önemli eserleri arasıda yer alıyor. Bu romanından sonra aynı etkide başka bir roman yazamıyor, alkol ve uyuşturucu kullanarak kendisine uzun süren bir intiharı seçiyor ve 1984 yılında hayata veda ediyor

YAĞMUR YAĞDI BÖYLE OLDUM...



Cumartesi hava güneşliydi, kankamla önce onun sınavına gittik sonra kahvede okey oynadık. Bizim gittiğimiz kahve çok keyifli. Başka kahvelere benzemiyor. Yüzde yüz gay. Ayısı da geliyor, travestisi de. Akşamına bizim tayfayla birlikte yaptığımız mangal partisi eğlenceli geçti. Çok eğlendik... Sayılır. Ben ayrılıkları sevmiyorum... Ve o gecenin havasında ayrılık vardı. Nefes alamadım.

Gece eve döndüğümüzde, itiraf ve şikayet saatine denk gelmişiz. Herkes eteğindeki taşları döktü, bazıları baş yardı, bazıları da gönülleri...

Pazar uyandığımda yağmur yağıyordu. Kötü bir moodun ilk işaretleri vardı yüreğimde... Bozmadım. Evden çıkmadım. Birşeyler yazayım dedim olmadı. Parmaklarım hep yanlış kelimelere gitti. Bıraktım. Televizyon izledim sıkıldım, wordabula oynadım sıkıldım. Yüreğim sallanıyordu, pencereden baktım rüzgar varmış... Kankam dvd getirmiş, kötü adamın kıçına bıçak sokulan kötü bir action filmi izledik. Herkesin canı yandı. Ben uyuşmuştum hissetmedim.

Benim sevgilim adam gibi adam. Sağolsun, akşam işten eve geldiğinde her zamanki gibi olmadığımı görünce üzerime gelmedi. Sormadı neyin var diye, hep güleç baktı sabırla, yatarken şarkılar dinledik Müzeyyen Senar’dan, birbirimize sarıldık... İyi geldi. Yağmur da dinmişti galiba. İki sene geçti artık sözler daha az kullanılır oldu aramızda, bedenlerimiz yetiyor derdimizi anlatmaya...

Artık güneş ısıtsın istiyorum ruhumu. Yoksa çıldıracağım

2 Nisan 2008 Çarşamba

GÜNÜN SÜPER HABERİ


Sabah Gazetesi'nde 2 Nisan'da çıkan haberi okuyunca gözlerime inanamadım... Önce siz de inanamayın diye aşağıda haberi aynen veriyorum...

Endonezya'daki din konferansında "Eşcinsellik caizdir" fetvası çıktı
Endonezya'nın başkenti Cakarta'da 27 Mart'ta düzenlenen Endonezya Dinler ve Barış Konferansı'ndan "Eşcinsellik İslam'da caizdir" fetvası çıktı. Endonezya içinden ve dışından pek çok İslam uzmanının katıldığı toplantıda konuşan ilahiyat akademisyeni Dr. Siti Musdah Mulia, Kuran'daki Hucurat Suresi'ni esas aldığını ve eşcinselliğin yalnızca şehvetten kaynaklanmadığını vurgulayarak, "Eşcinselliğin Allah'tan geldiğinin, doğal olduğunun göz önüne alınması gerekir. Allah'ın gözünde insanlar dindarlıklarına göre değerlendirilirler" dedi. Pek çok katılımcı da bu görüşe destek verdi.


Eşcinsellerin yaşadığı en ciddi çelişkilerin başında, herhalde din ve dinin buyrukları geliyor. Kendimi bildim bileli eşcinselim ve yine kendimi bildim bileli bu evreni ve içindekileri yaratan yüce bir gücün varlığına inanıyorum. Her ikisinden de zamanında vazgeçmeye çalıştıysam da olmadı.

Yaşadığımız şeyin bir tercih olmadığını söylemem gerekiyor. Lambda ve KaosGL'nin bize öğrettiği en güzel terimlerin başında gelen cinsel yönelim bizimkisi. Yanlış anlaşılmasın herkesinki bir cinsel yönelim. Yani aklı başında bir straight nasıl ki hemcinsinsini bir seks objesi olarak düşünemiyorsa ben de karşı cinsi cinsel obje olarak algılamıyorum. Onların hepsi benim dünya ahret bacım, halam, teyzem, ninem etc. Ben böyleyim, hep böyleydim. Çocukken daha dört beş yaşlarındayken erkekler bana daha bakılası geliyordu. Büyüdükçe bu sarılası oldu daha da sarılası halini aldı.

Bugün bu haberi okuyunca, ne yalan söyleyeyim yüreğime su serpildi. Tamam hayatımı fetvalara göre biçimlendirmiyorum ama Endonezyalı da olsa bir ilahiyatçının çıkıp "eşcinsellik İslam'da caizdir" şeklindeki fetvası, nasıl diyeyim geleceğe, bayağı bi geleceğe, şöyle bi kıyamet sonrası bi dönem düşünün siz, daha korkusuz bakmama neden oldu.

1 Nisan 2008 Salı

BEN BİLMEZ KOCAM BİLİR VEYA EY DEVLETİM ÖZÜR DİLERİM


Ülke yine çalkalanıyor. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın AKP hakkında 'irticanın odağı haline geldiği' gerekçesiyle açtığı kapatma davası Anayasa Mahkemesi tarafından oybirliğiyle kabul edildi. Avrupa standartlarında demokratik düzen isteyen bir ülke için oldukça ilginç bir durum. Halkın büyük çoğunluğunun oyuyla iki kez iktidara gelen partinin kapatılması nasıl yorumlanmalı bilmiyorum açıkçası.

Hoş Kasımpaşalı başbakanın özellikle ikinci hükümetin kuruluşundan sonra 'halk bana oylarını verdi, istediğim gibi at koştururum' tavrını birileri dizginlemeliydi, dur demeliydi. Ama bu kapatma davasıyla mı olmalıydı ondan emin değilim. Genelkurmay, büyük ihtimalle bir çok şeyi sineye çekerek AKP ve icraatlarına karışmadı, doğruydu bu çünkü modern demokratik devletlerde Genelkurmay'ın halkın seçtiği bir meclis ve hükümetine karışma hakkını vermiyor. Peki modern devletlerde yasa adamlarının halkın seçtiği meclis ve hükümetine itiraz hakkı var mı? Sanmıyorum. Belki de bizim sorunumuz standartlarımızın hala Türk olmasından kaynaklanıyor. Daha geniş bir ufka sahip olmak için yeterince çaba sarfetmiyoruz. Avrupa Birliği'ni kendisine hedef seçmiş Türkiye için standartlarını yükseltmesi şart.

Bir seçmen olarak attığım oyun yok sayılmasını istemem. Zaten seçimlerden önce Yüksek Seçim Kurumu'nun ancak onay verdiği kişi ve partiler, sandığa gidebiliyor. Yani seçmen sandığa giderken zannettiği kadar da hür ve özgür değil. Devlet kurumlarının bu kontrolüne rağmen yine de meclise giren parti ve vekiller hakkında siyaset yasağı isteniyor ve kapatma davası açılıyorsa, o zaman gerçekten, 'ben bilmem kocam bilir' diyelim. Devletin artık hangi organı bunu yapacaksa, aynı TRT'nin Eurovision Şarkı Yarışması'nda yaptığı gibi, bir partiyle anlaşılsın, onlar bir kaç program bestelesin, en uygunu seçilsin. Halk da, yanlış kişi ve partiye oy verdi diye, devlete karşı suçluluk hissetmesin.

Bütün bu yazdıklarım AKP yanlısı olduğum sonucunu çıkarmasın. Bu benim demokrasi anlayışım. Seveyim sevmeyeyim, destekleyim desteklemeyeyim parti kapatmak, halkın bir bölümünün ağzını kapatmak, yok saymak anlamına geldiğini düşünüyorum. Hatta bu durum AKP'nin iki yüzlülüğünü gösteriyor, nasıl mı? Aynı Yargıtay Başsavcısı, Demokratik Toplum Partisi hakkında da "Eylemlerinin ve üyelerinin beyanlarının devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırılık oluşturduğu tespit edilmiştir" nedeniyle 2007 Kasım'ında kapatma davası açtı. Peki Erdoğan o zaman neredeydi. Peki o zaman niye AKP bir araya gelip Anayasa'da değişiklik yoluna gitmedi.

Ben AKP'nin zorunlu olarak Batı yanlısı demokrasi istediği kanısındam. Zorunlu olarak çünkü varlığı ancak buna bağlı. Muhafazakar bir parti olan AKP'nin izlediği politikaların önünde sonunda kendisi gibi olmayan, yaşamayan, düşünmeyen kesimleri derinden etkileyeceğini ve hatta etkilediğini düşünüyorum. Beş sene sonra abartmayayım on sene sonra bırakın eşcinselliğimi, kot giydiğim, meyhanelere gittiğim (o zamana kadar kapatılmazsa tabi), ne bileyim küpe taktığım veya namaz kılmadığım için toplum ve hatta devlet tarafından cezalandırılmayacağım ya da baskı görmeyeceğim ne malum. Bu konuda ciddi endişelerim var. Ve bu endişelerin sadece bende olmadığını belirtmek isterim.

BEN SANA MECBURUM


Aşk hakkında yazı yazmak pek hoşuma gitmez. Zamanında, öğrencilik yıllarımda, sınıf arkadaşlarımdan biri iyi bir şairdi, onun sayesinde bir şekilde eli kalem tutanların arasına karışmıştım, ufak tefek şiirler yazmıştım yayınlanmışlardı. Sonra bir gün bir şiir yazmıştım, aşıktım fena halde; şiir aşk üzerineydi, bir üstadım gördü, şiir güzel olmuş ama arabesk demişti, anlamamıştım, içinde aşk var demişti. O günden sonra aşk üzerine fazla yazı yazmadım. Haklıydı, aşk ancak arabesk yaşanılabilen ve de yazılan bir şey. Batılı formda aşk biraz yavan kalıyor sanki veya bana öyle geliyor. Aşkta tutku olmalı, yoğun olmalı, yüreği delip geçmeli vesaire...

Ama bugün aşkı yazmam gerekiyor. Yazmam gerekiyor çünkü bugün bir yıldönümü. Hayatımın dönüm noktası. Ondan öncesinin ve ondan sonrasının günü. Eşimle tanışmamın yıldönümü bugün. İki yıl geçti. İlk bakışta aşktı. Herşeye ve herkese ve an geldiğinde bize rağmen başlayan ve devam eden bir aşk bizimkisi. İmkansız dediğimiz bir çok şeyi aşıp, o güne kadar yaşadığımız herşeyi geride bırakarak sürdürdüğümüz bir aşk bizimkisi.

Bana huzur verdiğin için, seni doyasıya sevmeme izin verdiğin için, beni güldürdüğün için, beni ağlattığın için, bana dokunduğun için, güzel sesinle türküler söylediğin için, böyle olduğun için, yakışıklı olduğun için, beni de yakışıklı bulduğun için, sana sarılabildiğim için, benimle mutlu olduğun için, sevgini gösterdiğin için, bana değer verdiğin için, acayip iyi dans ettiğin için, kendimi özel hissetmemi sağladığın için, seninle uyuyup seninle uyandığım için, benim için endişelendiğin için, terimi sildiğin için, beni tüm eksiklerime rağmen kabul ettiğin için, bıyıklarımı temizlediğin için, seninle niye daha önce tanışmadığım için, sana hiç çekinmeden bakabildiğim için, yemeklerimi yediğin için, gömleklerimi ütülediğin için, çamaşırlarımı yıkadığın için, gelecek planları yaptığın için, her şey ve her an için, hayatını benimle paylaştığın için, yani bana aşık olduğun için, ve daha aklıma gelmeyen onbinlerce neden için, ve onbinlerce başka nedene rağmen birbirimizi nedensiz sevdiğimiz için SANA AŞIĞIMIM BİDANEM.

Dedim ya aşk şiirleri yazmıyorum artık. Ama bizi anlatacak bir şiir varsa o da belki Attila İlhan'ın Ben Sana Mecburum şiiri...

BEN SANA MECBURUM

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.
******************************


Koca bir ömür var önümüzde bidanem. Ve ben seninle geçireceğim her günü iple çekiyorum şimdiden. Sağol her şey için...

30 Mart 2008 Pazar

DÜN GECE BİR AYI PARTİSİNDEYDİM... MAALESEF!


İnsanlar partiye niye gider, eğlenmek için. Ayılar bir partiye niye gider, bilmiyorum dostlarım ve bilen biri varsa da lütfen bir adım öne çıksın ve bana anlatsın.

İstanbulBear Club'ın aylardır çeşitli mecralarda duyurduğu bearnite dün gece Taksim'de Olimpia adında son derece şık bir mekanda gerçekleşti. Mekan gerçekten süperdi, ses düzeni, ışıklandırma, dekorasyon konusunda diyecek tek bir kelimem yoktu. Hatta DJ mükemmele yakındı. Hoş bizim ayılar bu tür müzikten anlamaz ama olsun acayip iyidi.

Hande Yener'in bakkal müziği döneminden kalma şarkıları çalınmadığı, Demet Akalın hamfendinin icra eylediği o güzelim pop parçaları bangır bangır ötmediği ve dünya starımız herşeyimiz Tarkan'ın ders niteliğindeki bir kurtçuktan nasıl kelebek olunur ayarındaki nameleri yüksek volümle terennüm edilmediği müddetçe bizim millet eğlenmez eğlenemez... İlla ki herşeyimiz alaturka olacak, barlarda bile...

Neyse biz partimize dönelim. Geceye gelenler çoktu ama mekan büyüktü, boş gibi göründü. Gelenlerin neredeyse tamamı mekana girer girmez sırtlarını duvarlara verdi. Sanki arkadan bir ayı çıkacak da onlara kötü bir şey yapacak korkusu taşıyorlardı. Pistte kendini bilmez ve gecenin öneminden habersiz bir kaç ayıcık da dans ediyordu. Onlar da bir süre sonra (ben de onlar arasındaydım nacizane) dans etmekten vaz geçti. İnsan kalabalık içinde görünmeden dans edebiliyor, ama koca bir pistin üstünde 130 kiloluk cüsseleriyle kelli felli adamlar çeşitli atraksiyonlar yaparak lömbür lömbür tek başına dans edince otaya siz de takdir edersiniz ki pek görülesi bir manzara çıkmıyor. Bütün gece herkeste tuhaf bir hava vardı. "Allahım ben niye buradayım, parti bir an önce bitse de Tekyön'e gidip eğlensek" türü düşünceler o kadar yoğundu ki, bu pişmanlıkları hissetmemek mümkün değildi.
Belki de Ayılar yapı itibariyle eğlenmeyi sevmiyordur bilmiyorum, ben de ayıyım eğleniyorum ama ben aynı zamanda deliyim. Belki de babam bir sütçüydü... Belki de parti anlayışları farklıdır ayıların, bearnite'ı düzenleyen arkadaşların bunu daha önce iyi hesap etmeleri gerekiyordu. Yani birilerini görevlendirip ortamı gerçekten ısıtmaları gerekiyordu. Yani kapı önünde durup bilet kesmek, tamam bu da bir görev ama bilet kesmekten, millet eğlendirilemedi. Ne bileyim adam akıllı bir şov düzenlenebilinirdi. Birileri çıkıp tıpatıp benzeri bir şeyler yapabilirdi, çıkanlar belki biraz rezil olurdu ama millet gülerdi, hoş vakit geçirebilirdi... Veya ne bileyim drag bearlar ortalıkta dolaşsaydı, millete sataşsaydı, dans etseydi, konfetiler atılsaydı... Bir parti olsaydı keşke dün gece ve millet daha saat bir olmadan, sanki her gün yapılan bir etkinlikmiş gibi sıkıldıkları için adeta kaçmasaydı...

Bir de tabi Mr. Bear seçimi var ki akıllara seza... Herşeyden önce böylesine bir güzellik yarışmasının düzenlenmesi Türkiye Ayıları'na yakışır, neden çünkü onlar bir örgütlenme, yıllardır sürdürdükleri iyi kötü bir çizgi ve de varlık var. Amma İstanbulBearClub da neyin nesi, böyle bir yarışma düzenleme hakkını nerden ve kimden alıyor. Bu olayın bir yönü, diğer taraftan geçen senenin de birincisi olan zatı muhteremin bu sene de birinci olması, Türkiye gibi ayı cenneti bir ülke için utanç verici.. Hoş sadece üç aday yarışmaya katılırsa olacağı bu ama olsun. Yani geceyi, yarışmayı düzenleyenler, bence başka bir adayı birinci ilan edebilirlerdi. Daha şık olurdu. Yine de, bu gidişle, Mr. Bear 2007-08-09-10-1...'u canı gönülden tebrik ederiz milletçe, başarılarının devamını dileriz, onu bizler var ettik bunu da aklından çıkarmasın!

Sonuç olarak, bu tür etkinlikleri ne kadar kötü ve iyi hazırlanılmamış olarak yapılsa da desteklemek gerekiyor arkadaşlar. İyi niyetli bir girişim olduğundan şüphe etmediğim dün geceki bear partinin üste sıraladığım ve bir bölümünü de yazmadığım onlarca eksiği vardı ama olsun yine de bu tür etkinlikler daha da büyüyerek devam etmeli. Benimki dost acı söyler ayarında bir yazı. Geceyi düzenleyenler bu yazıyı okursa yazdıklarımı bu doğrultuda algılamaları gerektiğini dilerim. Morallerini bozmasınlar, seneye mutlaka daha iyi olacak. Varlığımızın ve daha da önemlisi görünürlülüğümüzü ve gettolaşmamamızı bu tür etkinliklere borçluyuz.

SONUNDA NİHAYET...


Bir blog sahibi olmak ne kadar zor bir şeymiş anlatamam. İlk yazımı yazdım. Sevgili arkadaşlarımdan gayet iyi tepkiler aldım. Bu arada İçimdeki Ayı ile tanışma fırsatı buldum. Benim için hoş bir sürpriz oldu. Asıl ilginci uzun süredir görüştüğüm bir arkadaşımın DİAGONAL olarak blog alaminde yer alması, zaten İçimdeki Ayı ile tanışmama o vesile oldu.

Cahillik gerçekten kötü bir şeymiş bu arada bunu tekrar idrak etmez zorunda kaldım. Bloguma bir türlü girip yazı yazamıyordum bugüne kadar. Yanlış bir şeyler yapıyordum sürekli. Neyse ki Diagonal ve İçimdeki Ayı'nın yardımları sayesinde sorunu çözdüm.

İnsan bilmeyince cidden bazen aptalca şeyler yapıyor. Ben de çok yaptım...
Umarım bir daha bu kadar uzun süre yazmamazlık etmem. Çünkü garip bir şey bu... İnsanın bloguna karşı garip bir sorumluluğu oluşuyor. Büyütmen gerek bir varlık var önünde, senin yarattığın, senin can verdiğin, güdük kalmasını istemediğin...
DeliAyı

24 Mart 2008 Pazartesi

KISKANDIM DA BAŞLADIM


Yazı yazmak kusmak gibi bir şey. Kötü bir şey yersiniz, mideniz kaldırmaz, çok yersiniz vücudunuz istemez... Kusmak istersiniz. Aslında gayet iğrenç bir eylem olan kusmak, sizin rahatlamanıza yardımcı olur o an. Böyle bir şey belki de yazı hadisesi.
Türkiye'de yaşayan bir eşcinselin hayatının ne kadarı iyi ne kadarı kötü ortada, maalesef daha da beter bir hal alıyor...
Bir de paylaşamıyoruz hayatımızı veya çok dar bir alanda paslaşıyoruz. Yaşıyor yaşıyor ve yine yaşayıp her şeyi içimize atıyoruz. Hayatımızı paylaştığımız onlarca kişi varken, içimizi açabildiğimiz kaç dostumuz var?
Yazıya sarılmak belki de bu durumda en iyi çözüm. İçinizdekini hoyratça döküp, hiçbir şey ve kimseden korkamadan, çekinmeden yüreğinizi dökebiliyorsanız bundan daha iyisi Şam'da neydi unuttum...
Bendeniz eşcinsellerin tanıştığı sitelere oldum olası pek ısınamamışımdır. En güzel resminizi koyuyorsunuz ama yüzünüzü gizleyerek, sonra Galata Köprüsü'ndeki amatör oltacılar gibi saatlerce, günlerce bekliyorsunuz, mümkün olduğunca büyük bir bear 5 bin kilometre öteden size 'woof, grrrrr' falan diyecek siz de havalara uçacaksınız.
Söylemesi ayıp iyi bir hit'im olmuştur hep, ama nereye kadar. İki üç tane sağlam dost edindim sağdan soldan, habire beni ülkelerine davet ediyorlardı. Ben de erkekliğime laf söyletmemek için 'Daha geçen hafta Paris'teydim, patronum izin vermez şimdi' veya 'Tüh daha iki gün önce New York için tatil rezervasyonumu yaptırdım ama söz gelecek yaz mutlaka size Roma'ya geleceğim' derdim dostlarıma. Acı bir şey bu. Çok sevdiğiniz dostlarınız var dünyanın bilmem neresinde ama yüz yüze görüşemiyorsunuz çünkü cep delik cepken delik...
Bu siteler sayesinde birileriyle tanışmadım mı, tanıştım ama hepsi hüsranla sonuçlandı. Ya yanlışlıkla bir başkasının resmini koymuşlar sitelerine, ya da süper bir kahramının hayatından alıntılar yaptılar. Güldüm hep ağlanacak halime...
Neyse ki sevgilim, eşim her şeyim bu tür sitelerde varlık göstermemi istemedi. Ben de tüm profillerimi sildim, kapattım. Ne yalan söyleyeyim nadiren özlüyorum o profillerimi ama gerçekten çok nadir.
Sonra iki hafta önce nette dolanırken İÇİMDEKİ AYI'NIN blogunu gördüm. Kıskandım hem de çok kıskandım. İnanılmaz keyifli yazılar var, beğendiği ne varsa bizlerle paylaşıyor haaarika dedim havalara uçtum, yerime oturdum okumaya devam ettim.
Türkiye'de eşcinsellik ve eşcinsellerin durumları konusunda az çok kafa patlatan bir ayı olarak benim de bir blogum olsun istedim. İyi mi ettim bunu zaman gösterecek.
Açıkcası tam olarak blogumda neler yayınlayacağımı bilmiyorum. Genel eleştirilerim var onlar girer mutlaka, safe sex kesinlikle olacak, AIDS araştırmaları vesaire... İzlediğim filmlerin hafif tanıtımları, sıkı bir kitap okuru olarak, beğendiklerimi paylaşacağım. Barlarda çalan müziğin dışında müzik türlerinin de var olduğunu hatırlatmak istiyorum sizlere biraz rock, biraz oldies, az biraz Türk sanat müziği ve türküler belki.

Son söz olarak, çoğunlukla çifte yaşamlar sürdürmek zorunda kalan biz eşcinseller için hayat gerçekten çoğu kez kötü davranınyor. Ama en kötüsü ne biliyor musunuz, kusamamak... Herkesi kusmaya davet etsem acaba çok mu ayıp etmiş olurum...

deliAYI